Turizm, Otel, Tatil, Seyahat ve bu konudaki tüm yatırımlarınız için, içtenlikle yardımcı olmak isterim.
Geçtiğimiz aylarda (Sonbahar aylarında) 3-4 günlük bir İtalya seyahatim oldu. Malum turizmcilerin seyahat ayları veya tatil kaçamakları ancak bu aylarda mümkün olabiliyor. Ben de bu imkânı kullanarak küçük bir başlangıç programı yapıp eşimle birlikte yola çıktım. Yol güzergâhı olarak da Çeşme, Sakız adası, Atina, Roma, Floransa, Venedik, Napoli, İschia adası, Sardunya Adası’nı seçtik. Sonrasında da Roma-Atina-Sakız Adası üzerinden Çeşme’ye geliş olarak planımızı uygulamaya koyduk. Çeşme’den sabah feribotuna bindik ve 45 dakika sonra Sakız Adası’na vardık. Sakız limanından bir taksiye binerek birkaç dakika içinde havalimanına ulaştık. Uçuş kartımızı alarak, Oliympicair’e ait ve adalara uçan pervaneli uçaklardan birine binip yine 45 dakika kadar bir sürede Atina’ya ulaştık. 20 koltuklu uçakta 10 kişi kadar yolcu vardı. Atina’da uçak değişimini yaptık ve aynı havayollarıyla 2 saate yakın bir uçuş süresinden sonra Roma’ya indik. Bir Avrupa ülkesinden geldiğimizden elimizi kolumuzu sallaya sallaya dışarıya çıktık. Yani vize ve pasaport kontrollerine takılmadık. Böyle geçiş oldukça hoşumuza gitti. Hatta “keşke Avrupa vatandaşı olsaydık!” dedirtti. Eğer direkt Türkiye’den girişli olsaydık her Avrupa ülkesinin pasaport kontrolünde görevli polisin sorduklarıyla burada da karşılaşacaktık ve Avrupa Birliği dışında bir ülke olmamız nedeniyle her zamanki kontrol sırasına girecektik. Renginden, ebadından ve tasarımından nefret ettiğim pasaportumun her yaprağında vize aranacaktı. Geçerli vize sayfasını bulan görevli birkaç defa bana, bir o kadar da pasaporta bakıp şu soruları eksiksiz ve azıcık da küçümseyerek aynen soracaktı: “Niçin geldiniz, nerede kalacaksınız, kaç gün kalacaksınız, dönüş biletinizi gösterir misiniz?”. Her zamanki gibi 30 dakikadan fazla bekleyecek, en önemlisi de ziyaretine geldiğim veya para harcamak için geldiğim bu ülkeye girerken bile nefret edecektim. Ama tekrar tekrar gelmek zorunda kalacaktım. İşte bütün bunlar Roma’ya Atina’dan geçtiğim için olmadı.
Roma havaalanına iner inmez kazıklanmamanın ön şartlarını öğrenmek için bir “Roma Guide” yani bir “Roma haritası” aldım. Guide üzerinde 10-15 dakikalık çalışma yaptıktan sonra şehir merkezine metro olmasına rağmen havanın güzel olmasına aldanıp gezerek gitme dürtüsüyle taksiye bindik. Şoförümüz 40 cm kadar bıyıklı birazcık da geniş ve iri bir İtalyan hatta sanki bir Sicilyalıydı. Tabii bizde kazıklanma korkusu çoooktan başlamıştı. Bagaj alma ve kapı açma kibarlığını zaten beklemiyorduk. Bindiğimiz anda müziği 80-90 desibelle açtı ve hareket etti. O sormadan biz la stazione dedik müziği azalttırmak için birkaç defa ve birkaç dilde ricada bulunduksa da hepsine ”non capisco” dedi ve devam etti. Bizim kaç para ödeyeceğimiz korkusu yol boyunca devam etti ve istasyona geldik. Kalemiyle fiyatı gösterince aklımızdan geçen tüm korkularımızın gerçeğini yaşamaya başlamıştık. Yoğun mücadeleye rağmen 10.-€ indirerek hesabı ödedik. Henüz bismillah dediğimiz İtalya seyahatinin ilk adımları dünyanın önde gelen hatta ilk 10’a giren turizm ülkesinin başkentinde kafasında kazıklanma korkusu başta olmak üzere benzeri olumsuzluklarla karşılaşılabileceği imajıyla başlamıştı.
Ana İstasyondan aldığımız tren biletiyle Floransa’ya devam ettik. İki saat kadar sonra geldiğimiz Floransa’da da küçük bir şehir gezisi yaptık. Kitaplarda ve elimizdeki rehberde yazılı özellikleri aradık. Arno nehrinin iki tarafını yürüyerek gezdik. Ama yüzyıllar boyu Rönesans’ın merkezi olan bu şehirde maalesef beklentilerimizi bulamadık. Arno Nehri çevresinde kahvaltısı ekstra olmayan ve kapısında 4 yıldızı olan içeriğinde ise bizim pansiyonları aratmayan bir otelde 130.-€ karşılığında konakladık (Bir turizmci olarak kahvaltının EXTRA oluşunu fena şekilde yadırgıyorum. Son yıllarda bu moda, İstanbul başta olmak üzere büyük şehirlerimize de geldi. Şahsen, oda fiyatı uygun olsa bile kahvaltısı ekstra olan otelleri tercih etmiyorum. Arkadaşlarımın da aynı şekilde hareket ettiğini veya böyle düşündüğünü biliyorum. Misafirperverliğe de uygun olmadığı kanaatindeyim). Her neyse Floransa’dan ayrılma zamanı gelmişti ve bagajımızı aldık.
Venedik’e gitmek üzere tren garına adımlamaya başladık. İtalya’nın tüm turistik şehirlerini yürüyerek dolaşmak mümkün olduğundan herhangi bir araca gerek kalmadan rahatlıkla dolaşabilirsiniz. Hele taksilerden kazık yerseniz yorulma gibi bir duygunuz da olmuyor. Garda, zoraki bulabildiğimiz Venedik biletimizi alarak planladığımız gezi programına devam ettik. Yaklaşık 4 saat yolculuktan sonra Venedik’e geldik. Farklı ve turistik bir ülkeye geldiğimizi burada daha çok hissetmeye başladık. Venedik’i gezebilmek için farklı ulaşım alternatifleri yok. Ulaşım yalnızca kanallardan yapıldığından dolmuş usulü çalışan mini feribotlar var, bir de kanal taksileri... Ekim ayı olmasına rağmen 5 dakika arayla gelen mini feribotlarda yer bulmak neredeyse mümkün değildi. Zoraki ve sıkışarak binebildiğimiz feribotla neredeyse tüm sokakları dolaştık. Gezilecek görülecek yerleri hızla tamamlamaya çalıştık. Zira Venedik’e günü birlik gelmiştik ve dönüş biletimizi de Venedik kanalları ve çevresinin gece atmosferini de yaşayalım diye özellikle günün son saatine gece 00:00’a almıştık. Saatlerimiz gece yarısına yaklaşırken Roma’ya dönmek üzere gara geldik ve bagajımızı almak üzere emanete gittik. Kapısının üzerinde kapanış saati 00:00 yazmasına rağmen 20 dakika öncesinde “dillere destan” Venedik Garı’nın emanet hanesi kapanmıştı. Aynı saatlerde garın da kapısı kilitlendi (duyduğum kadarıyla Roma Havaalanı bile gece saatinde kapanıyormuş). Koşarak polise gittik ama polis de çaresizdi. Bizim tren de çoktan Roma’ya doğru yol almaya başlamıştı. Güzelim ülkemizin örf ve adetlerini (sabaha kadar açık gar ve alanlarımızda banklarda uyuklayan insanları, kocaman yazıyla 24 saat açıktır yazılı emanet haneleri) bir defa daha özlemiştim. İtalya’da yoğun geçen dört günümüzün her anında farklı maceralar vardı. Özellikle Napoli’de kaldığımız küçük bir oteldeki kahvaltıda aldığımız ikinci yoğurdun görevli tarafından “bir adet hakkınız var diye” alınması, veya hesabının istenmesi gibi.
Yazdıklarımın özünde şunu anlatmak istiyorum. Türkiye turizminin üç katı kadar fazla turist alan, Türkiye turizm hasılatının 10 katı kadar da döviz girdisi elde eden İtalya, kendi kimliği ve kültürüyle turizm cazibe merkezi olmuş. Değişmemiş, çok düzenleri kabul etmemiş. Aksine, ben böyleyim demiş. Ama ürünlerini çok iyi anlatmış ve tanıtmışlar. Estetik ruhlarıyla ülkelerindeki ürünleri çok iyi ambalajlamışlar. Kültürlerinden fazla özveride bulunmamışlar. Avrupa’nın her standardına hemen yapıyorum da dememişler. Bu konularda İspanya ve Yunanistan da farklı değil. Benzerini onlar da yapmışlar ve yapıyorlar.
Yani Avrupa idaresinde söz sahibi Almanlar ve Fransızlar İtalyanlara söz geçirememişler. Bizden biri diye idare etmeye çalışmışlar. Modada öncü oldukları gibi turizmde de önde olmuşlar. Başarıları biraz genetik mi bilinmez ama bir şekilde başarılı olmuşlar. Onlardan biri olmadığımıza göre çok çalışmamız lazım. Belki de onlar bizden biri oluncaya kadar...
Yakup DEMİR